Saçma sapan bir sabah programı pis pis sırıtıyordu.
Pahalı otelin uyku dolu, osuruklu, horultusu kesilmemiş odasında yalnızdım.
Gece boyunca birikenler, açık bıraktığımız pencereden gitmek yerine odada
kalmayı tercih etmişti.
“Ben bunu aldım, çıkıyorum”, diye seslenen Esra’ya bakmak
için döndüğümde kapı kapanmıştı bile. Odada fark ettiğim tek eksik plaj
çantasıydı. Yatağın köşesine iliştim. Dört bir yana dağılmış eşyaları süzdüm.
Büyük kırmızı bavul, küçük siyah sırt çantası, onun daha
irisi emektar mavi çanta, sayısız naylon poşet, bir de ayrılamadığım el çantam.
Banyo malzemeleri toplanacak, elbise dolabı boşaltılacak, sonra ayakkabılar ve
aynanın önündeki ıvır zıvır. Yerde duran çoraplar kirli torbasına. Otel
şampuanlarını da almak gerek.
İşe girişiyorum. Önce elbise dolabı. Odanın içi ne kadar
sıcak. Hanımefendi serin lobide magazin dergilerine bakmaya başlamıştır bile.
Klimayı açıyorum. Birazdan etkisini gösterir. Şu kirlileri ortadan kaldıralım.
Bu kadar çok ayakkabıyla tatilde ne yapılır? Alnımdaki ter damlaları yere
düşmeye başladı. Sabahın köründe yaptığım duş boşa gitti. Daha büyük bir torba
lazım, hatta iki tane. Kırmızı bavulu satın aldığımda bu kadar çok
kullanacağımı düşünmemiştim. Marmaris’ten döneceğimiz gün kaldırımdaki
satıcıdan çok da ucuza almıştım. Bir büyüğü vardı aynı fiyata. Bu yeter diye
geri çevirmiştim adamı, şimdiki aklım olsa. Kirliler büyük cebe girerse, evet,
bir tane artırdık. Çekmeceleri boşaltalım. Bozuk paralar el çantasına. Sonuç;
bir çift ayakkabı, Esra’nın tatil hediyesi yelek ve iki küçük meyve suyu açıkta
kalmış, bana bakıyor. Kendimi bile şaşırtacak bir iki pratik hareketle, çanta fermuarlarını
zorlayarak da olsa artan eşyaları bir yerlere tıkıştırmayı başarıyorum.
Mavi çantayı sırtıma atıyorum, diğerinin tekerlekleri
var. Sol elimle çekerim. Ayakkabılar sağ elde, küçük siyah çantayı da sağ
omzuma attım mı, tamamdır. Ne kadar ağır olmuş. E tabi, bir sürü kitap.
Kapıyı açmak için sağ elimdekileri bırakarak anahtarı
alıyorum. Önce siyah çanta omuza, peşinden hiçbir yere sığmayan dört torba.
Şampuanları almadık. Onlarsız şuradan şuraya gitmem. “En büyük bavulda her
zaman bir yer vardır” kuralı yine çalışıyor. Şampuanlar hedefe gönderildi,
inşallah yolda patlamazlar. Çantaları kuşanıp kapıyı açıyorum. Telefonun şarjı?
Neredeyse unutuyordum. Yatağın diğer yanındaki çekmeceye koymuştum. Sürpriz.
Okunmayan kitaplar burada duruyor. Kâbus gibi. Neyse ki siyah çantayı yeterince
zorlamamıştım.
Tekrar eski düzen ve odadan çıkış. Siyah çanta hayat
kurtardı. Verdiğim paraya değdi. Kitaplar kumaşını yırtmasa bari. Parmaklarım
acımaya başladı ama yolum çok uzun değil. Koridordaki halı yüzünden
tekerlekleri dönmeyen bavulu sürükleyerek ilerliyorum. Üç basamak merdiveni
inerken ardımdan gelen çatırtıya bakmıyorum, dönersem aşağı kaymaya başlayan
çanta omzumdan düşecek. Nihayet lobiye gitmek üzere avluya açılan cam kapıya
ulaşıyorum. Tabii
ki içeriye doğru açılıyor. Tekerlekliyi bırakıyorum. Sol elimle kapıyı çekerek
sırtımı dayıyorum, bavula erişmeye çalışırken güçlükle tuttuğum siyah çanta
omzumdan kayarak poşetlerin üzerinde sallanmaya başlıyor. Ter damlaları.
İşte dışarıdayım. Lobiye giden yaklaşık on metrelik
avludan geçerek mutlu sona ulaşacağım. Güneş etkisini hissettirmeye başlamış,
hava güzel. Birden esen rüzgâr, yerdeki tozları gözümün içine sokuyor. Artık
sağ gözümü kullanamıyorum. Ağlamak üzereyim. Yukarı çıkıp tekrar yıkanmak
istiyorum. Bulanık görüntünün ucundaki lobinin kapısına ulaşıyorum.
Esra’nın, “nerde kaldın?” bakışına hamle yapamadan, iki otel
görevlisi abartılı bir aceleyle üzerime doğru geliyor. Bana doğrulttukları yapay
gülümsemeyle elimdekileri alıp arabaya götürüyorlar. Esra da arkalarından.
Hesabı kapatmak üzere resepsiyona ilerlerken gözümdeki yaşları siliyorum. Tozdan mı yoksa gerçekten ağladım mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder