2 Mart 2012 Cuma

Otel

Saçma sapan bir sabah programı pis pis sırıtıyordu. Pahalı otelin uyku dolu, osuruklu, horultusu kesilmemiş odasında yalnızdım. Gece boyunca birikenler, açık bıraktığımız pencereden gitmek yerine odada kalmayı tercih etmişti.  


“Ben bunu aldım, çıkıyorum”, diye seslenen Esra’ya bakmak için döndüğümde kapı kapanmıştı bile. Odada fark ettiğim tek eksik plaj çantasıydı. Yatağın köşesine iliştim. Dört bir yana dağılmış eşyaları süzdüm.


Büyük kırmızı bavul, küçük siyah sırt çantası, onun daha irisi emektar mavi çanta, sayısız naylon poşet, bir de ayrılamadığım el çantam. Banyo malzemeleri toplanacak, elbise dolabı boşaltılacak, sonra ayakkabılar ve aynanın önündeki ıvır zıvır. Yerde duran çoraplar kirli torbasına. Otel şampuanlarını da almak gerek. 


İşe girişiyorum. Önce elbise dolabı. Odanın içi ne kadar sıcak. Hanımefendi serin lobide magazin dergilerine bakmaya başlamıştır bile. Klimayı açıyorum. Birazdan etkisini gösterir. Şu kirlileri ortadan kaldıralım. Bu kadar çok ayakkabıyla tatilde ne yapılır? Alnımdaki ter damlaları yere düşmeye başladı. Sabahın köründe yaptığım duş boşa gitti. Daha büyük bir torba lazım, hatta iki tane. Kırmızı bavulu satın aldığımda bu kadar çok kullanacağımı düşünmemiştim. Marmaris’ten döneceğimiz gün kaldırımdaki satıcıdan çok da ucuza almıştım. Bir büyüğü vardı aynı fiyata. Bu yeter diye geri çevirmiştim adamı, şimdiki aklım olsa. Kirliler büyük cebe girerse, evet, bir tane artırdık. Çekmeceleri boşaltalım. Bozuk paralar el çantasına. Sonuç; bir çift ayakkabı, Esra’nın tatil hediyesi yelek ve iki küçük meyve suyu açıkta kalmış, bana bakıyor. Kendimi bile şaşırtacak bir iki pratik hareketle, çanta fermuarlarını zorlayarak da olsa artan eşyaları bir yerlere tıkıştırmayı başarıyorum.


Mavi çantayı sırtıma atıyorum, diğerinin tekerlekleri var. Sol elimle çekerim. Ayakkabılar sağ elde, küçük siyah çantayı da sağ omzuma attım mı, tamamdır. Ne kadar ağır olmuş. E tabi, bir sürü kitap.


Kapıyı açmak için sağ elimdekileri bırakarak anahtarı alıyorum. Önce siyah çanta omuza, peşinden hiçbir yere sığmayan dört torba. Şampuanları almadık. Onlarsız şuradan şuraya gitmem. “En büyük bavulda her zaman bir yer vardır” kuralı yine çalışıyor. Şampuanlar hedefe gönderildi, inşallah yolda patlamazlar. Çantaları kuşanıp kapıyı açıyorum. Telefonun şarjı? Neredeyse unutuyordum. Yatağın diğer yanındaki çekmeceye koymuştum. Sürpriz. Okunmayan kitaplar burada duruyor. Kâbus gibi. Neyse ki siyah çantayı yeterince zorlamamıştım.


Tekrar eski düzen ve odadan çıkış. Siyah çanta hayat kurtardı. Verdiğim paraya değdi. Kitaplar kumaşını yırtmasa bari. Parmaklarım acımaya başladı ama yolum çok uzun değil. Koridordaki halı yüzünden tekerlekleri dönmeyen bavulu sürükleyerek ilerliyorum. Üç basamak merdiveni inerken ardımdan gelen çatırtıya bakmıyorum, dönersem aşağı kaymaya başlayan çanta omzumdan düşecek. Nihayet lobiye gitmek üzere avluya açılan cam kapıya ulaşıyorum. Tabii ki içeriye doğru açılıyor. Tekerlekliyi bırakıyorum. Sol elimle kapıyı çekerek sırtımı dayıyorum, bavula erişmeye çalışırken güçlükle tuttuğum siyah çanta omzumdan kayarak poşetlerin üzerinde sallanmaya başlıyor. Ter damlaları.

İşte dışarıdayım. Lobiye giden yaklaşık on metrelik avludan geçerek mutlu sona ulaşacağım. Güneş etkisini hissettirmeye başlamış, hava güzel. Birden esen rüzgâr, yerdeki tozları gözümün içine sokuyor. Artık sağ gözümü kullanamıyorum. Ağlamak üzereyim. Yukarı çıkıp tekrar yıkanmak istiyorum. Bulanık görüntünün ucundaki lobinin kapısına ulaşıyorum. Esra’nın, “nerde kaldın?” bakışına hamle yapamadan, iki otel görevlisi abartılı bir aceleyle üzerime doğru geliyor. Bana doğrulttukları yapay gülümsemeyle elimdekileri alıp arabaya götürüyorlar. Esra da arkalarından. 

Hesabı kapatmak üzere resepsiyona ilerlerken gözümdeki yaşları siliyorum. Tozdan mı yoksa gerçekten ağladım mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder