5 Aralık 2012 Çarşamba

Evcil Kelebek




"Uç" dedi kelebeğe, kolunu hafifçe yukarı kaldırarak. Çocuğun parmağından ayrılan Benekli, önce aşağıya süzüldü, sağa sola yalpaladıktan sonra yeri teğet geçerek yükseldi. Karşı duvarda dikine çakılı ince sopanın üzerine yerleşti. Aynen ona öğretildiği gibi. Uçtu, uçtu ve belirlenen hedefe gitti. Çok geçmeden ikinci talimat geldi, "Kon". Kısa bir hareketsizlik. Ardından Benekli havalandı. Çocuğun burun hizasında havada duran hafif kıvrık parmağına doğru ilerlerken birden geri döndü ve daha da yükselerek açık pencereye yöneldi. Çocuğun yüzü gerildi. Koza dönemini beklediği günler, tırtıl için topladığı yapraklar, saatlerce süren zorlu eğitim ve başarının tadılacağı kısacık zaman. Hepsi sokağa gidiyordu. Benekli havada geniş bir kavis çizerek az önce kalktığı parmağa yavaşça kondu. Çocuğun sulanmış gözlerindeki yansısını görmedi.

29 Kasım 2012 Perşembe

Akra’da Bulunan Elyazması


Paulo Coelho'nun son kitabı, Akra’da Bulunan Elyazması, Emrah İmre çevirisiyle Can Yayınları'ndan çıktı.

Ameliyat olmadığı takdirde öleceği haberini alan Coelho’nun “Artık yaşamımın sonuna geldim.” cümlesiyle başladığı kitap, adeta yazarın vasiyeti niteliğinde. 

Coelho’nun geçirdiği ameliyat sonrasında, kısa sürede tamamladığı kitabı, akıcı bir dille yazılan öğütleri içeriyor. Brezilyalı yazarın bu kitabında da alışıldık tarzını koruduğu görülüyor. Kurgudan ziyade kişisel gelişim kitaplarından aşina olduğumuz yapıya sahip olan metinde, ilk ağızdan anlatılan öğretilerin getirdiği didaktik tarzın soğukluğu, beceriyle tarihi bir hikaye içinde kotarılarak tatlandırılmış.

Haçlı seferlerinin başladığı onbirinci yüzyılın sonlarında Kudüs’te geçen hikayede, Kıpti isimli bir bilgeden her zaman geçerli olan değerlerin açıklamalarını dinliyoruz. Üç dinin buluşma noktasında, herhangi bir dine mensup olmayan Kıpti, savaş öncesinde meydanda toplananların sorularına cevap veriyor. Kitapta, Kıpti’nin yenilgi, mağlubiyet, yalnızlık gibi konular hakkında konuşmaları bulunuyor.  
   
İstenmeyen kapıyı çaldığında diye başlayan cümlelerde ölüme hazır olmanın kendince formülünü sunuyor Coelho. Ölüm korkusunu kısa sürede sözcüklere döken yazar, kendine çıkardığı dersleri ustalıkla gençlere öğütler şekline dönüştürmüş. 

Örneğin, Kıpti, yenilgi nedir sorusuna, “Sonuç değil, yol önemlidir.” diye cevap veriyor. Sıklıkla kadere vurgu yapılmakla birlikte denemeye, çalışmaya hareket etmeye yönelik tavsiyeler kitabın temeline oturuyor. Kitaptan birkaç cümle: “Mağlubiyet, yeni bir mücadeleye giriştiğimizde son bulur. Başarısızlığın ise sonu yoktur; bir yaşam tarzıdır.” ve “Sevgiyi sadece yenilenler bilir.”

Paulo Coelho, "Yolunuz açık olsun" diyerek bitirdiği “Akra'da Bulunmuş Bir Elyazması”nda insani değerlerin değişmediğini vurgulayarak okuru harekete çağırıyor. 

19 Ekim 2012 Cuma

Sarı Ay

DOT 2012 sezonunda David Greig'den Sarı Ay, üç katmanlı anlatımda seyirciyi öykünün içinde gezintiye çıkarıyor.

Pınar Töre'nin yönetmenliğinde, Dogville'i çağrıştıran mekan tasarımında oyuncular, bedenleriyle eşyaları canlandırarak dekor oluşturuyor. Duyguların yerine geçerek zihinleri dolduruyor.

Gizem Erdem, İbrahim Selim, Kaan Turgut, Su Olgaç'ın ahenkli oyunculuğunda sözcükler hareketleniyor.

Yaralı ama umutlu karakterlerin üçüncü tekil şahıs anlatımında Su Olgaç ve Kaan Turgut parıltılı oyunculuklarıyla seyirciyi etkiliyor.

Öykü anlatımına başarılı bir örnek.



14 Nisan 2012 Cumartesi

Bisiklet

On Nisan İki bin on iki, Salı. Bugün Brüksel’e geldim. Argun beni havaalanında karşıladı. Ne kadar da kibarlaşmış. Akşam yemeğini evde yedik. Kız arkadaşı şık bir sofra hazırlamış. Çok mutlu görünüyorlar. Küçük bir arabası, küçük bir evi, sade bir yaşantısı var. Hırstan arınmış, başkalarının düşüncelerinden etkilenmeyen bir hayat. Şaşırtıcı.

On bir Nisan İki bin on iki, Çarşamba. Kiraladığım arabayla Amsterdam’a doğru yola çıktım. Argun’un mutlu yuvasında daha fazla kalamadım. Beklentilerimin üzerinde bir karşılamaydı. Maddi açıdan iyi olacağını tahmin ediyordum ama karşılaştığım manevi zenginlik benim için büyük sürpriz oldu. 

On bir Nisan İki bin on iki, Çarşamba, öğleden sonra. Kayboldum. Navigasyon cihazına farklı bir Amsterdam’ı işaretlemişim. Amsterdam’ın otuz kilometre yakınındaki Weesp kasabasının Amsterdam köyündeyim. Hayatımın kalan bölümünü burada geçirebilirim. Nehrin kenarına dizili evler, evlerin önünde park eden tekneler, bahçelerinde kokteyl eşliğinde kitap okuyan insanlar. Acelesi olmayan, olgun, kibar insanlar. Her yer yemyeşil. Hayat yavaş, sade, telaşsız. 

On üç Nisan İki bin on iki, Cuma. Karşılaştığım herkes gözümün içine bakıyor ve gülümsüyor. Küçümsemeyi unuttum. Bir bisikletim olsa, aralarına karışsam.

On dört Nisan İki bin on iki, Cumartesi. Eve döndüm. İstanbul. Benim hiç bisikletim olmadı.

2 Mart 2012 Cuma

Çözüm


Andre Kertesz - Chez Mondrian
Umut hala soluk soluğaydı. Islak elini montunun cebine soktu, kuruladı. Hızla ayakkabılarını giydi. Sokak kapısını açtı. Durdu. Soldaki vestiyerle göz göze gelmişti. Ender’in şapkası, yanında pardösüsüyle ona bakıyordu. O kadar özenli duruyorlardı ki onları aynı şekilde yerleştirmek için dakikalarca uğraşmak gerekirdi.

“Biz olamayız.”

En iyi arkadaşının biraz önce anlattıklarından aklında kalan tek şey buydu. Ender, hayatının kızıyla buluşmaya gitmiş. Randevu yerine her zamanki gibi yarım saat erken ulaşmış. Ayşe’nin sevdiğinden, büyük pembe bir gül almış ve gülümseyerek onu beklemeye başlamış.


Ayşe, gelir gelmez, “Biz olamayız.”, diyerek onu terk etmiş. Başka bir şey demeden uzaklaşmaya başlayan sevgilisinin ardından bakarken ağzından anlamlı bir ses çıkaramadığına kızıyordu. Tek yapabildiği, Ayşe’nin ensesinden süzülen fuların ahenkli hareketlerini izlemek olmuş.

Sonra karnı ağrımış, eliyle üzerine bastırmış. Saate bakmış, dörde geliyormuş. Sekizde televizyonda başlayacak maça kadar işi olmadığını düşünmüş. Elinde tuttuğu çiçekle kaldırımın ortasında kalakalmış. Eve yönelmiş. Otobüsle on dakikada geldiği yolu kırk dakikada yürümüş. Apartmanın kıvrılan merdivenlerinden çıkarken basamaklarda yavaşlamış ve o yorgunluğu bir daha üzerinden atamamış.

Başka biri olsa üç yıldır beraber olmalarına rağmen Ender’in ona bu kadar bağlı olmasına şaşardı. Ender’i herkesten iyi tanıyan Umut içinse bu durum gayet normaldi.

Bir keresinde, Bodrum’da yaptıkları ilk tatilde, Ayşe’ye bağlandığını anlatmıştı. Ayşe’nin rahat, özgür, dağınık olması ona başta değişik, sonra çekici gelmiş. Otogarda önceden bilet aldığını söylediğinde bile Ayşe’nin, “Niye ki?” diyerek şaşırmasını, gülerek anlatmıştı.

Ender yarım saat önce, orada olmayan Ayşe’nin gözlerinin içine bakarak, “Olmuşuz işte. “BİZ” olmuşuz, sen kendin söyledin.”, diyerek ağlamıştı.

Sokak kapısı açık olmasına rağmen apartman boşluğunun hovardalığı evin dinginliğine giremiyordu. Umut’un önündeki sehpanın üzerinde içeri gelenlere gülümseyen bir çiçek duruyordu. Pembe, plastik. Kapıdan girenlere ayrım yapmaksızın “hoşgeldin” diyen, Ender’in kimbilir hangi saçma sapan dükkandan satın aldığı basit, değersiz bir çiçek. Umut, defalarca önünden geçtiği halde, ona daha önce hiç görmemiş gibi baktı. Çiçek canlı olsa bu kadar etkili olamazdı.

Pişman oldu. Üzerindeki yükü kaldıramayarak aniden dizlerinin üzerine çöktü.

Çözülmesi gereken bir konu oldu mu, “Bir bakalım” derdi Ender. Düşünmek için zaman isterdi. Düşünür, çalışır ve sonunda da bir çözüm bulurdu. Ama bu kez sorun onun boyunu aşıyordu. Çok sevdiği kadını geri kazanmak için yapabileceği her şeyi yapmıştı. Ayşe’yi tekrar kendine aşık etmek, başkasına aşık olmak, onu unutmak, ya da... Yollar tükenmişti. “Diğer adamı öldürmek” seçeneği, Ayşe’nin Umut’tan sonra başka bir erkek arkadaşı olmaması nedeniyle boşa çıkmıştı. Ender sonunda pes etmiş ve Umut’tan yardım dilenmişti.

Dönerek yukarı çıkan apartmanın mermer merdivenlerinin soğuğu paspasa kadar geliyordu. Diklik burada düzleşiyor, içerinin ferahlığıyla kayboluyordu. Giriş sımsıcak ve huzurluydu.

Umut, elini cebinden çıkardı. Kuruyan kanlar yüzünden astara yapışan elinin üzerinde iplik parçaları vardı. Ender olsa, iplikleri önce düzeltir, sonra temizlerdi, diye düşündü. Acıyla gülümsedi.

Ender’in ince, titiz hesapları sonucunda en iyi arkadaşı sigorta şirketinden yüklü bir para alacak, eski sevgilisi de vicdan azabı duymayacaktı.

Umut, dışardakini buyur eden, içerdekini dışarı salmayan çiçeğe tekrar baktı. Çiçek de ona baktı.

Ayağa kalkarak kapıyı içeriden kapattı. 

Şaşı

- “Şaşıyı öldürdüm.”
- “Efendim?”
- “Şaşıyı öldürdüm.”
- “İyi misin, oğlum?”
- “İyiyim, söyleyince rahatladım.”

Genç adam hapşırdı. Boşluktan gelip yerleştiği plastik sandalyede sırtı dimdikti. Onunla birlikte ortaya çıkan sarı kediyse ağacın altında dolanıyordu.

Adil Bey, çay bahçesinde aniden peydahlanan delikanlıyı süzdü. “Adın ne senin?” diye sordu. “Osman” diye cevapladı, başını çevirmeden. “Çay içer misin?” sorusuna ise mırıldanarak  “Olur” dedi.

Adil Bey, yan masaya dayanmış sigarasını içen garsona “bir çay” işareti yaptı. Duruşunu hiç bozmayan Osman, uzaklarda bir şey arar gibiydi. Ara sıra da terli ellerini pantolonuna siliyordu. Adil Bey, atmışbeş yıllık ellerine baktı, düşündüğü kadar kırışık değillerdi. Gülümsedi. Bulmacasını masaya koydu, gözlüğünü çıkardı. Dikkatlice yüzünü incelediği Osman’a, “Şaşı kim?” diye sordu. Osman’ın tepkisizliği içini rahatlatıyordu. “Yeterince yaşlanmıştı. Balkondan aşağı attım.” diye cevap verdi, çayını alırken. Bardağın altında toplanan damlalar etrafa saçıldı.

- “Sabah baktığımda yoktu. Çöpçüler gece geliyor. Onlar almıştır. Semra kedileri hiç sevmez... Ben onu öldürdüm.”
- “Semra, kız arkadaşın mı?”
- “Evet, hayır. Bugün evlenme teklif edeceğim. Balkonda oturuyordum, korkuluğun üstünden sırtıma çıkmaya çalışıyormuş. Onu farketmeden dönünce ayağı kayıp düştü. Yedi kat. Görmeye dayanamazdım. Bakmadım.”
- “Şu kedi de seni sevmiş görünüyor, baksana.”
- “Aaa, Şaşı, sen nerden çıktın? Ölmemişsin. Özür dilerim.”

Osman’ın şaşı kedisiyle buluşması Adil Bey’i de duygulandırmıştı. Ayağa kalkarak Osman’ın omzunu tuttu.
- “Yürü, hadi. Semra’ya gidiyoruz.”

Bekleyiş


Edward Hopper - Hotel By A Railroad
Franco, sevgili kuzeni Karl’ın ısrarına rağmen düğün evinde kalmayı nezaketsizlik sayacağını bildirerek tren istasyonunun arkasındaki otele yerleşmeyi tercih etmişti. Karl, Franco’nun sülalede en samimi olduğu ve en sık görüştüğü akrabasıydı. Çocukken hep birlikte oynarlar, Karl onu kollar, o da onun yanından ayrılmazdı. Karl’ın ondördüncü doğum gününde sevgilisi olduğunu açıkladığı Natalie de bu ikiliye katılmıştı sonra. Natalie, aralarındaki ilişkiyi hiç bozmamıştı. Sanki yıllardır aralarındaymış gibi, ikilinin ilişkisine dışarıdan yabancı bir madde taşımamıştı. O geldikten sonra hiç kavga etmemişler, küsmemişler, birbirlerini kırmamışlardı. Natalie sanki ikisini de büyülemişti.

Ağustos ayının sarı sıcağı, odanın duvarlarından çıkmaya çalışıyordu. Düğün de sıcak olacaktı. Emma, geceliğiyle oturduğu koltukta kitabını okuyordu. Akrabaların ve arkadaşların çocuklarının düğünleri azalmaya başlamıştı. “Arkadaşlar azalıyor, o yüzden olmasın”, diye düşünürken gülümsedi Franco. Emma’nın gülümsediğini fark etmediğini görünce rahatladı ve sigarasından uzun bir nefes çekti. Ölüme sevindiğini itiraf edemeyen bu korkak, doğumu nasıl açıklayacaktı?

Karl’ın ondördüncü yaş gününde, “ben seni de seviyorum” demişti, Natalie, Franco’nun yanağına kondurduğu öpücükle de inandırmıştı onu. O öpücük hiç silinmedi. Azalarak devam eden ziyaretlerde, hatta odada yalnız kaldıklarında bile Natalie ile birbirlerine itiraf etmemişler, anlık bakışmalarında birbirlerine fısıldamakla yetinmişlerdi aşklarını.

Franco, geçici bir iş için gittiği Nürnberg’de temelli kalmaya karar verdikten sonra, sık sık Karl’ı ziyarete gelerek eski dostunu görüyordu. Emma’yla evlendikten sonra da bu ziyaretlere devam eti. Karl ise işlerinin yoğunluğu (dükkânı kimseye bırakamıyordu. Karl’ın oğlu, baba mesleği fırıncılığa ilgisiz kalmış, Karl da onu bu konuda rahat bırakarak üzerine düşmemişti) nedeniyle Franco’nun düğünü dışında iade-i ziyaret yapamamıştı.

Karl’ın oğluna Franco adını vermesi büyük bir jest olmuştu. Eşi Natalie ile birlikte almışlardı bu kararı. Hatta Natalie Karl’ın kararını fazlasıyla desteklemişti. Annesi çok üzerine düşerdi Franco’nun, Görenler, Natalie’nin onun annesi olduğunu bilmeseler, sokakta kol kola gülüşerek yanlarından geçerken, rahatlıkla sevgili sanabilirdi ikisini.

Franco’nun kuzeninin oğlunun düğünü. Emma hiç sızlanmamıştı, yazın ortasında çıkan mecburi yolculuğu haber verdiğinde. Hastalığı sonrasında fazla hareket edemiyordu. “Gitmesek olur mu?” dese, itiraz edemezdi ona. Sevinme emaresi de göstermemişti davetiyeye baktığında. Zorunlu bir yolculuk, akrabalık görevi. Görev. Emma’yı tanıyordu artık. Hiç şikâyet etmezdi, artık sevincini de belli etmiyordu ya da edemiyordu.

Ama bu gece, Franco kararlıydı. Bu gece gerçeği açıklayacak, “Natalie’yi seviyorum Emma” dedikten sonra, “Karl, Franco benim oğlum” diyecek ve sonra kendine çevrili gözlerin içine bakarak dimdik duracaktı.

Yalnız Çocuk


Sessizce girdi odaya, dikkat çekecek hareketlerden yoksun,
Halesi kocamandı, doldurdu masamızı.
Silik kalabilir miydi, soluk benizli yüzünün gizleyemediği büyük yüreği ?
Narindi, kırılgan, saf, idealist, yardımsever,
Uzak ama çok yakın,
Utangaç ama çok sıcak,
Çalışkan.
Sıkkın ama çok sıkkın,
Anne ama hala çocuk.
Ayakkabısında kelebekler, araba kullanamayacak kadar narin,
İçindeki yalnız çocuk, çocuklarını yalnız bırakmasına izin vermez.
İçindeki yalnız ama etrafı kalabalık.

Cemil


Salona geçerken bardak almayı unuttuğunu fark ederek mutfağa geri döndü. Bira kutusunu sağ elinden sol eline geçirdi ve bardağı tezgâhın üzerinden alarak koridora yöneldi. Bardak hatırlandığı için sanki sevinmişti. Elindekileri çalışma masasının sol ön köşesine bırakarak koltuğuna oturdu.

Önünde yeni öyküsünün taslağı duruyordu. Kahramanlarının toz, toprak dolu Anadolu’nun köy yollarında dolaştığını anlatan sayfanın üzeri de tozluydu. Pencerenin tepesine dolanan tül biraz önce içeri giren rüzgârı işaret ediyordu. Bahçeden gelen tıkırtıya kulak kabarttı. Hayır, gelen o değildi.

Biraz eskimiş de olsa evde en rahat ettiği yerdi burası. Kollarındaki kumaşlar solmuş, dirsek kısmına denk gelen bölgelerindeki kumaş tüyleri yer yer eksilmişti. Genellikle öne doğru kaykılıp oturduğundan koltuğun üzerindeki kilim motifli minderin koltuktan taşan bölümü, koltuğun minderiyle bütünleşmiş kısmından daha mutlu görünüyordu.

Kurşunkalemini aldı ve öyküye kaldığı yerden, kâğıt üzerindeki tozları eliyle temizlemeden, adeta toprak yolun üzerine yazı yazar gibi, bisiklet tekerleğinin harekete geçirdiği taşın yol kenarındaki kayaya çarpma sesi kulağında, akşam güneşini arkasına alarak, rüzgârın soğuğunu hisseden sol yüzünü koruyamadan, devam etti.

Biraz önce sorusunu bitirmesini beklemeden arkasını dönerek tozlu raflarına dönen köy bakkalı gözünün önüne geldi. Kasketinin gölgelediği alnındaki derin çizgilerin altında parlayan elmacık kemikleri, kırlaşmış bıyıklarına adeta aydınlatıyordu.

Bayırın ardından gelen eşek anırmasının, evin önündeki yola paralel caddeden geçen bir kamyonetin fren sesi olduğunu fark ederek pencereye yöneldi.

İtalya'da Acı Reçete Dönemi


Refah ve Çalışma Bakanı paketi açıklarken ağladı
İtalya Refah, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Elsa Fornero’nun yeni ilaç düzenini açıklarken gözyaşlarını tutamaması ”Ağlatan reçete” yorumlarına neden oldu.

İlaç Tutarına Sınırlama
Ekonomik kriz söylentileri yaygınlaşan İtalya, sağlık harcamalarının kontrol altına alınması yönünde önemli bir adım attı. İlaç tüketimini azaltmaya yönelik olarak reçetelerdeki ilaç sayısı ve tutarına sınırlama getirildi. Düzenlemeye göre aylık sınırı aşan doktorların reçeteleri hastane yönetiminin onayına sunulacak.

Kişi başına yıllık sağlık harcaması 2.414 ABD Doları olan İtalya, küresel sağlık harcamalarının %3’ünü gerçekleştiriyor. Toplam sağlık harcaması 2010 yılında 5,8 trilyon ABD dolarına yükselen İtalya’da sağlık hizmetleri ücretsiz olup vatandaşlardan sadece tedavi için gerekli malzemenin bedeli alınıyor. Sağlık harcamalarının yüzde otuzunu oluşturan ilaç tüketiminin azaltılmasının bütçeye hızlı ve önemli seviyede katkı sağlaması hedefleniyor.

Tatlı Ekşi Reçete
Kararlar arasında bir de ilk yaşandı. Yönetmeliğe göre vatandaşların ilaç tüketiminde bilinçlendirilmesi amacıyla reçeteler tek tip ilaç içerebilecek. Reçetede yer alan ilacın etkin maddesine göre renk ve koku ayrıştırması yapılacak. Üç aylık deneme sürecinde acı, tatlı, tuzlu, ekşi gibi tatlandırıcıların da kullanılması planlanıyor. Uygulama, reçeteli ve reçetesiz satılabilen tüm ilaçlar için geçerli olacak.

Sağlık Bakan Yardımcısı Edmondo De Amicis, ilaç sınıflamasının ATC (Anatomical Therapeutic Chemical) 2008’e göre belirlendiğini ifade ederek reçetelerde kullanılacak renk, koku ve tatları halka tanıttı. De Amicis, reçetelerde vatandaşların kolaylıkla tanıyıp ayrıştırabileceği şeftali, mandalina, yeşil elma, kavun, sarımsak, soğan, bal ve çiçek gibi doğal kokuların kullanılacağını ifade etti. Koku yoğunluğunun bakanlık onaylı olfaktometre ile ölçüleceğini ve kuvvetli olmayan ama belirgin kokular kullanılacağını söyledi. Sık kullanılan ilaçların reçete özellikleri şöyle:

Antibiyotik ilaçları: sarımsak kokulu, sarı renkli
Ağrı kesici, ateş düşürücü ilaçlar: soğan kokulu, beyaz renkli
Vitamin İlaçları: limon kokulu, turuncu renkli

Yardımcısının açıklamaları sırasında örnek reçetelerden birini eline alan Bakan Elsa Fornero’nun ağlamaya başlaması üzerine korumalar arasında yaşanan tedirginlik, Fornero’nun soğan kokusu yüzünden ağladığının anlaşılması üzerine yerini gülüşmelere bıraktı.

Lucio Alberti, Roma

8 Aralık 2011

Yolculuk


Homurtu şeklinde bir gürültüyle uyanıyorum. Üzerine düştüğüm şey hareket ediyor, hemen ardından da ben; hop yukarıya sağa, sonra sola aşağıya. Ah, bu sürtünme damarlarımı acıtıyor. Doğup büyüdüğüm ağaçtan ayrılırken, aylarca yaşadığım dalı ilk kez bu açıdan görüyorum. Uyurken kopan sapımın dalla vedalaştığı yer hala ıslak. Ağacımız küçülüyor. Elveda arkadaşlar. Yeni yerler göreceğim artık; yeni ağaçlar, hayvanlar, insanlar. Uzakta yuvarlak bir ışık var: yeşil. Rüzgârın henüz tenime değmediği, güneşle tanıştığım o ilk anı hatırlıyorum. Hiçbir şeyin dokunmaya kıyamayacağı parlaklığımı nasıl da acımadan yalamıştı lodos. Güneş, ışınlarıyla beni yakmaktan geri durmamıştı. Her şeye rağmen sizi diğer tüm yapraklardan daha çok seviyorum.

Üzerine düştüğüm şeyle birlikte tekrar hareket ediyorum; önce yukarı, sonra aşağı. Hareket ettiği sırada beni altına alan bu pis kokulu şeyin ağırlığını hissediyorum. Altımızdaki şeffaf yüzeyi yağmur damlalarından temizlerken benim olduğum bölümler lekeli kalıyor. Her gidiş gelişte üzerimdeki baskı artsa da damarlarımın artan acısına alışmaya başlıyorum. İlerideki ışığın rengi değişiyor: sarı. Yine gidiyoruz ve dönüyoruz. Geri dönerken camda bıraktığım izlerin arasında birden onu fark ediyorum. Güzel gözlerini dikmiş bana bakan insan, yüzünü buruşturuyor. Beni gördüğüne memnun olmamış gibi. Sert poyraza dayanamayarak dalından kopan en iyi arkadaşım geliyor aklıma. Aşağıda kaldığı birkaç gün boyunca sohbet etmiş, hatta ilkbahardaki tırtıl istilasından bahsedip, gülüşmüştük. Sağa ve sola; yukarı, aşağı. Şimdi daha hızlı gidip geliyorum. Sırtımdan korkunç bir ses geliyor, ya da gök gürültüsü, emin değilim.

Duruyoruz. Artık hareket yok. Önümüzdeki ışık gözümü alıyor: kırmızı. Yağan yağmur üzerimdeki ağır yükün kötü kokusunu azaltmaya yetmiyor. Hayatımın en uzun yolculuğuna çıktığım bu heyecanlı günde havanın bulutlu ve yağmurlu olması içimi rahatlatıyor. Huzurluyum. Güzel gözlü insan dışarı çıkıyor, üzerimdeki şeyi kaldırdıktan sonra beni eliyle alıp havaya bırakıyor. Yandan gelen rüzgârla havada meşe gövdesi büyüklüğünde bir kavis çiziyorum. Kırılan damarımdan ikiye katlanmış halde yükselirken akça ağacın tepesinden gördüğüm şeye inanamıyorum.

Otel

Saçma sapan bir sabah programı pis pis sırıtıyordu. Pahalı otelin uyku dolu, osuruklu, horultusu kesilmemiş odasında yalnızdım. Gece boyunca birikenler, açık bıraktığımız pencereden gitmek yerine odada kalmayı tercih etmişti.  


“Ben bunu aldım, çıkıyorum”, diye seslenen Esra’ya bakmak için döndüğümde kapı kapanmıştı bile. Odada fark ettiğim tek eksik plaj çantasıydı. Yatağın köşesine iliştim. Dört bir yana dağılmış eşyaları süzdüm.


Büyük kırmızı bavul, küçük siyah sırt çantası, onun daha irisi emektar mavi çanta, sayısız naylon poşet, bir de ayrılamadığım el çantam. Banyo malzemeleri toplanacak, elbise dolabı boşaltılacak, sonra ayakkabılar ve aynanın önündeki ıvır zıvır. Yerde duran çoraplar kirli torbasına. Otel şampuanlarını da almak gerek. 


İşe girişiyorum. Önce elbise dolabı. Odanın içi ne kadar sıcak. Hanımefendi serin lobide magazin dergilerine bakmaya başlamıştır bile. Klimayı açıyorum. Birazdan etkisini gösterir. Şu kirlileri ortadan kaldıralım. Bu kadar çok ayakkabıyla tatilde ne yapılır? Alnımdaki ter damlaları yere düşmeye başladı. Sabahın köründe yaptığım duş boşa gitti. Daha büyük bir torba lazım, hatta iki tane. Kırmızı bavulu satın aldığımda bu kadar çok kullanacağımı düşünmemiştim. Marmaris’ten döneceğimiz gün kaldırımdaki satıcıdan çok da ucuza almıştım. Bir büyüğü vardı aynı fiyata. Bu yeter diye geri çevirmiştim adamı, şimdiki aklım olsa. Kirliler büyük cebe girerse, evet, bir tane artırdık. Çekmeceleri boşaltalım. Bozuk paralar el çantasına. Sonuç; bir çift ayakkabı, Esra’nın tatil hediyesi yelek ve iki küçük meyve suyu açıkta kalmış, bana bakıyor. Kendimi bile şaşırtacak bir iki pratik hareketle, çanta fermuarlarını zorlayarak da olsa artan eşyaları bir yerlere tıkıştırmayı başarıyorum.


Mavi çantayı sırtıma atıyorum, diğerinin tekerlekleri var. Sol elimle çekerim. Ayakkabılar sağ elde, küçük siyah çantayı da sağ omzuma attım mı, tamamdır. Ne kadar ağır olmuş. E tabi, bir sürü kitap.


Kapıyı açmak için sağ elimdekileri bırakarak anahtarı alıyorum. Önce siyah çanta omuza, peşinden hiçbir yere sığmayan dört torba. Şampuanları almadık. Onlarsız şuradan şuraya gitmem. “En büyük bavulda her zaman bir yer vardır” kuralı yine çalışıyor. Şampuanlar hedefe gönderildi, inşallah yolda patlamazlar. Çantaları kuşanıp kapıyı açıyorum. Telefonun şarjı? Neredeyse unutuyordum. Yatağın diğer yanındaki çekmeceye koymuştum. Sürpriz. Okunmayan kitaplar burada duruyor. Kâbus gibi. Neyse ki siyah çantayı yeterince zorlamamıştım.


Tekrar eski düzen ve odadan çıkış. Siyah çanta hayat kurtardı. Verdiğim paraya değdi. Kitaplar kumaşını yırtmasa bari. Parmaklarım acımaya başladı ama yolum çok uzun değil. Koridordaki halı yüzünden tekerlekleri dönmeyen bavulu sürükleyerek ilerliyorum. Üç basamak merdiveni inerken ardımdan gelen çatırtıya bakmıyorum, dönersem aşağı kaymaya başlayan çanta omzumdan düşecek. Nihayet lobiye gitmek üzere avluya açılan cam kapıya ulaşıyorum. Tabii ki içeriye doğru açılıyor. Tekerlekliyi bırakıyorum. Sol elimle kapıyı çekerek sırtımı dayıyorum, bavula erişmeye çalışırken güçlükle tuttuğum siyah çanta omzumdan kayarak poşetlerin üzerinde sallanmaya başlıyor. Ter damlaları.

İşte dışarıdayım. Lobiye giden yaklaşık on metrelik avludan geçerek mutlu sona ulaşacağım. Güneş etkisini hissettirmeye başlamış, hava güzel. Birden esen rüzgâr, yerdeki tozları gözümün içine sokuyor. Artık sağ gözümü kullanamıyorum. Ağlamak üzereyim. Yukarı çıkıp tekrar yıkanmak istiyorum. Bulanık görüntünün ucundaki lobinin kapısına ulaşıyorum. Esra’nın, “nerde kaldın?” bakışına hamle yapamadan, iki otel görevlisi abartılı bir aceleyle üzerime doğru geliyor. Bana doğrulttukları yapay gülümsemeyle elimdekileri alıp arabaya götürüyorlar. Esra da arkalarından. 

Hesabı kapatmak üzere resepsiyona ilerlerken gözümdeki yaşları siliyorum. Tozdan mı yoksa gerçekten ağladım mı?

One Way Ticket


Ayşen’e Özel Bir Öykü

Geceleri gökyüzündeki o kocaman yuvarlağı gördüğümde aya yaptığım sayısız seyahati hatırlarım. Hemen gidip dönecek kadar yakındır ay. Macera dolu yolculuklar çocuk belleğimde durur hala.

Yedi yaşlarındaydım. Hafta içi her gün okula birlikte gittiğim, sınıf arkadaşım, karşı dairemizin üst katında oturan Ayşen’in evine gidecektim. Heyecandan ölüyordum. Hafta sonuydu. Zili çaldım, annesi açtı kapıyı, “Ayşen içerde, giyiniyor” dedi. Salona açılan kapıdan ilk adımımı attım.

Ayşen içerdeki odada giyiniyordu.

Komik ve sempatik babaları evde yoktu. Salonun ortasındaki kanepede sırtüstü uzanan ablasını gördüm. Uzun düz saçlarını kanepeden sarkıtmış, teypten gelen yabancı bir şarkıya ayaklarıyla tempo tutuyordu. Yanına sokularak “Anlıyor musun?” diye sordum, başını çevirmeden, “evet” dedi.  “Ne diyorlar?” diye merakla sorduğum soruyu ise cevapsız bıraktı.

Annesi beni alıp kanepenin arkasındaki duvara bitişik divana oturttu. Ayşen’i beklerken müziği dinledim. Bizim evde yabancı müzik çalmazdı. Bu güzel melodinin sözlerini ölesiye merak ediyordum.

Epeyce bekledikten sonra Ayşen geldi. Uzun, sarı, kabarık saçlarını tutturduğu kelebek şeklindeki tokaları; renkli çiçeklerle donatılmış fırfırlı kısa etekli beyaz elbisesi; beyaz çorapları ve pembe ayakkabılarıyla çok güzeldi. Bunun bir buluşma olduğunu fark edemeyen saflığımla ben, üstümdeki tişört ve pantolonla oldukça sıradanken, o bir baloya gidebilecek kadar süslüydü. İkimiz de bu tezata aldırmadan oyuna daldık.

Merakımı yenemediğim ve aklımdan hiç çıkmayan o şarkının sözleriyle buluşmak için İngilizce öğrenmeye başladığım oniki yaşıma kadar beklemem gerekti. Ayşen’le ayrı şehirlere taşınmamızın üzerinden birkaç yıl geçmişti.

“One way ticket to the moon, choo choo train”. Şarkıyı duyar duymaz, kafamda uçuşan sözler, bir daha gitmemecesine belleğime yerleşti. Merak ettiğim kadar varmış diye düşündüm; aya seyahat, hem de trenle, ne müthiş bir hayalgücü!

Bundan sonra başladı aya seyahatlerim. Ayşen’le birlikte aya gittik, uçan bir trenle ve geri dönmemek üzere. Geri dönmeme kısmı şarkıda öyle olduğu içindi. Aslında ben ara sıra da olsa geri dönmek iyi olur diye düşünüyordum. Ama bundan da önemlisi Ayşen’in ailesini merak edecek olmasıydı. Ay üzerinde bizden başka kimse olmadığından canımız sıkılıyordu. Ben de “sadece gidiş” şeklindeki bileti uçan bir lokomotif satın alarak değiştirdim. Artık istediğimiz zaman aydaki evimize gidiyor, ailelerimizi ve dünyayı özlediğimizde geri dönebiliyorduk. Tren çok hızlı olduğu için gidiş dönüş süresi kısaydı.

Bir keresinde anne ve babalarımızı da aya götürdük. Ama daha sonra bundan pişman oldum. Oranın –sadece bize ait olan mutluluk yuvamızın- masumiyetini bozduğumu düşünerek bir daha bunu tekrarlamadım. Bu düşünce beni rahatsız etmeye devam ettiğinden zamanı geriye alarak o ziyaretin hafızalardan silinmesini sağlamaya çalıştım.

Ay, sadece bize aitti.

Binlerce hayalin sonu hiç değişmezdi. Uçan lokomotifle geri döndüğümüz aydaki evimizde çok mutluyduk. Çocuklarımızla evimizin çiçekli bahçesinde koşar, şarkılar söylerdik.

Bu hayalleri yaşarken bir taraftan da Ayşen’in ablasına kızardım. İlk duyduğum anda şarkının sözlerini öğrenebilseydim, hayallerime daha önce başlayabilecek, belki de bu hayalleri Ayşen’le birlikte yaşayacaktık.

İşin aslı, o soruyu sorduğumda şarkının sözlerini bilmediğini tahmin ettiğim Nurşen Abla’ya vermediği cevap için teşekkür borçluyum. Şarkının yanlış anladığım sözlerine tutunarak yıllarca sevgilimle ayda yaşadım. Belki de, başka bir mazeret bulup yine Ayşen’le bir yerlere gidecektim, ama bu ay olmayacaktı.
Şarkıdaki “moon” kelimesinin “blues” olduğunu öğrendiğimde neredeyse hiç üzülmedim. O şarkı bir hüzün değildi çünkü, umuttu benim için. Uydurduğum sözlerle yarattığım hayal dünyasında, Ayşen’le birlikte aya yaptığım sayısız seyahat sayesinde ondan hiç ayrılmadım. Öyle ki, 16 yıl sonra “Ayşen aradı” dediklerinde, hiç düşünmeden arayanın o olduğunu anlamıştım.

Ben onunla ayda vakit geçirirken, o kimbilir nerelerde benimle birlikteydi?

Duvar


Yine o renksiz kabusla uyandı yeni güne. Taşındığından beri açmadığı perdeden giremeyen ışık hala dışarıda hapisti. Yüzünü buruşturarak yataktan kalktı. Boğazındaki katranın acılaşan tadını yutkundu. Bugün de dükkanı açmayacaktı. ”Üç kuruş fazla kazanınca ne olacak? diye aklından geçirdi. Karyola satın almaya gerek duymadığından, ara sıra kız arkadaşı ile paylaştığı yatak, bayiden gelen adamın geçen sene bıraktığı yerde, odanın ortasında duruyordu. Kirli ve lekeli çarşafla kaplı yatağın yanındaki pantolonun üzerine basarak odadan çıktı. Lavabo aynasının bile kendini gösteremediği karanlık banyonun önünden geçerken “Güne tuvalette başlamak istemiyorum” diye düşündü.

Salonda, kanepenin önünde duran, birkaç gün önce dökülen biranın izlerini taşıyan sehpada, akşamdan kalan yarım paket kaymaklı bisküvi vardı. Buzdolabından kola şişesini aldı. Yarısından azı kalan, havası kaçmış litrelik şişeyi kafasına dikti. Peşi sıra ağzına attığı bisküvileri yutarken şişeyi sığdıramadığı ağzının kenarından dökülenlere engel olmaya çalışmadı. Kız arkadaşının, “Bardaksız ev olur mu hiç?” diye söylenmesini aklına getirdiyse de yüzünde beliren umursamaz ifade uzun sürmedi. Üzerini temizlerken eline bulaşan ıslaklığı şortuna sildi. Karnı tam doymamıştı.

Derin bir nefesle yoğun rutubeti içine çekip kafasını kaldırdı. Salonun tüm cephesini kaplayan, pencerenin iki metre önündeki apartmanın ziftli yan duvarı tam karşısındaydı. Gözleri, eğri yanaklı adamın siluetini aradı, bir süre sonra buldu. Yanağı biraz düzelmiş, yüzü gülüyordu. Karşılık vermedi.

Üç buçuk yıl olmuştu taşınalı. Işığı tamamen kesen duvar nedeniyle perde almaya gerek duymamıştı. Saatlerce kanepede oturup ziftle kaplı duvara bakabilirdi. Zamanla duvar değişti ve yeni oyuncular ortaya çıktı. Yeterince derine bakıp duvara girdiğinde çirkin yaşlı adamı gördü ve onunla karşılaştığı günü hatırladı. Hemen üstünde yarım yüzlü at ile topal çocuk duruyordu. Upuzun gökdelen ve büyük bir top sol köşedeki garip şekilli yaratıklarla birlikte duruyordu. Bugün daha önce girmediği gökdelenin sokağında yürümeye karar verdi. Kuş bakışı görünümünden sokaktaki insanlar seçilmiyordu. Önce yolun girişindeki büyük barikatı aşması gerekliydi. Barikatın arkasında onu bekleyen biçimsiz bir arabaya benzeyen demir makineyi geçmesi saatlerini alacaktı.

Granyoz Nedir?

Yekta Kopan Atölyesi'nde verilen ödevlerden biri... Granyoz kelimesinin üç farklı tanımını yaptım. Biri gerçek ama hangisi?

Granyoz 1
Sarıağız olarak da bilinen granyoz, beyaz etli ve lezzetli bir balıktır. Vücut şekli olarak Kaya levreği ve Minakop’a benzer. Ege kıyılarında sürüler halinde gezen bu balığın 50 kilograma ulaşan örneklerine rastlanmıştır. Denizde gördüğü her canlı türüne saldırmasından dolayı, “Oltanıza granyoz takıldıysa, o bölgede başka balık yok demektir” deyişi ünlüdür.

Granyoz balığının kafasının sağ ve sol tarafında bulunan ve kalsiyum içeren iki biyolojik taş, böbreklerinde kum olanların gözde ilacıdır. Balığın kilosu 50 liraya satılırken kafasındaki taşların tanesi 25 liraya alıcı bulabilmektedir. Bilimsel bir dayanağı olmasa da taşların şifalı olduğu yönünde bir inanış vardır. Balığın beyninin olduğu yerden çıkarılan bu yapılar, ancak balık öldüğünde sertleşerek taş halini alır. 10-15 tanesi ezilerek bir şişeye konur ve üzerini örtecek kadar limon suyu ilave edilir. Bu karışım, iki gün bekletildikten sonra her gün aç karnına içilir.
.......................................................................................................................................................
Granyoz 2
Granyoz, 1996’da İzmir’de kuruldu. İzmir’de barlarda İngilizce sözlü rock müzik yapan grup, 2000 yılında Mojo’dan aldığı teklifle İstanbul’a taşındı.

Üretim aşamasında piyasanın zedeleyebileceği özgürlüğünden vazgeçmek istemeyen Granyoz, ilk albümü olan “a4”‘ü kendi başına aşamalar halinde kaydetti. 2005 Şubat’ta çıkan albümün çıkış parçası “Senin İçin”, birçok radyo ve müzik kanalının listelerinde üst sıralara kadar çıktı. Bu dönemde gruba katılan Pentagram’ın gitaristi Tarkan Gözübüyük’ün bir yıl geçmeden Granyoz ile yollarını ayırmasıyla ikinci albüm gecikmeye uğradı. Eksen’den Devrim Bahtiyar’ın gruba katıldığı 2006 Mayıs ayı başında “Heal” adlı ikinci albüm yayınlandı. Albümdeki “Et cetera” isimli çıkış parçası müzik otoritelerince çok beğenildi.

2005 ve 2006 yıllarında İzmir ve İstanbul’da birçok canlı performans sergileyen Granyoz, Barışa Rock konserinin dikkat çeken ön gruplarından biriydi. Canlı performansındaki samimi yaklaşım, konserlerinde kullandığı özenle seçilmiş videolarla şarkı sözlerindeki derin anlatımı zenginleştirmeyi amaçlamıştır. Tüm rock klişelerini şiddetle reddeden, işitsel anlatım kadar görsel anlatımın da önemli olduğunu savunan, müzikal kaygısı kadar politik, felsefi ve estetik kaygısı yoğun bir gruptur. Granyoz, hayat görüşü ile müzikal tavrı arasında gerçek bir tutarlılık yakalayabilmiş belki de ender rock gruplarındandır.
.......................................................................................................................................................
Granyoz 3
AK-47 olarak da bilinen otomatik Kalaşnikov 47’de granyoz tipi şarjör kullanılmıştır. 1947 yılında Sovyet Mihail Kalaşnikov tarafından tasarlanan silah, Izhmash firmasınca üretilmiştir. 7.62x39mm'lik mermi kullanır. Dünya üzerinde 100 milyondan fazla AK-47 vardır.

AK-47, soğuk savaş yılları boyunca birçok çatışmada kullanılmış ve komünist bloğun sembolü olmuştur. Bunun en önemli etkeni AK-47’de kullanılan granyozun dayanıklılığıdır. Granyoz tipi şarjör; sudan, çamurdan, kumdan etkilenmez ve çok nadir tutukluk yapar. Ayrıca ucuza ve pek çok şekilde temin edilebilir. Hızlı üretilebilmesi, kullanım ve bakım kolaylığı nedeniyle AK-47, 1947 yılında üretilmesine rağmen bugün birçok ülke, direniş, terör ve gerilla grupları tarafından yoğun olarak kullanılmaktadır.

Kalaşnikov’un sökülmesi de çok kolaydır. Granyozu çıkartıp atım yatağını boşalttıktan sonra sırayla harbi, üst kapak, yerine getiren yay, gaz pistonu, kama, gaz borusu ve el kundağı çıkartılır.

Tünel


Eee, otuz iki olduk, bu kadar bekârlık yeter; gezdim, gördüm. Amsterdam falan...

İşim de iyi. Ya kabul etmezse? Eder canım, geçen gün yaptığı ima, hem annemin yanındaki tavırları... Gözleri de çok güzel. Çocuğumuzun gözü mavi olur mu? Çok heyecanlı be! Balayı falan. Midem fena, şu simitçiden... Elde simit olmaz! İmaj tabii, vay, reklamcıma bak!

Burcu, Emel’den daha mı güzel? Burcu mu kaldı yahu, geç artık. Düşüneyim derse? İşten de zor izin aldım. Kahvecinin duvarı iyi oldu, metro, tramvay hepsi görünüyor. Güneş yakıyor, dilim kurudu.

Evi Cihangir’de tutarız. Babası ev alır belki, oh, bedava eve konarız. Sarışın süpermiş be, bacaklara bak!

Seni çok seviyorum, benimle…. Giriş bölümüne gerek yok, kompozisyon yazmıyoruz; giriş, gelişme, sonuç, ha ha. Şu pis saçlı eleman ne güzel çalıyor, kaç para kazanıyor acaba?

Aman Allah’ım! Sen beni koru. Hani inanmıyordun; korkunca hemen ne oldu? O ses, bomba mıydı? Görmüyorum. Emel gelmiş midir? Patlamada ölmesin, hayır! Elimi oynatamıyorum. Tünel... Tabi ya, konsolosluğu patlattı şerefsizler, zamanını buldular. Simit yeseydim keşke.

Şimdi ölemem.

Daha çocuğum olmadı, mavi gözlü.

Cihangir’de ev, babasından hediye.

Balayı…

Kral Karga

Küçük kız kasabanın karanlık kuytularındaki kestirmede kıkırdayarak karabaşı kovalıyordu. Karabaşın kocaman kabarık kafasının karaltısı köşeden kaybolarak kayıplara karıştı.

Küçük kız küskün, kızgın kalakaldı. Kaçıncı kez? Köşe kapmacanın karşılığı kaybolmaktı. Karaağaçta kestiren kömür karası karga küçük kızla konuştu:

-          Kimsin?
-          Kaçıncı kereye kayboldum.
-          Korkmuşsun.
-          Korkmuyorum.

Karga, küçük kızı kurtarmayı kafasına koydu. Küçük kızı kucaklayarak kuzeydoğuya kanatlandı. Karganın kanatlarının kovaladığı karanlıktaki kasımpatı koruluğunda kamp kurdular. Karga kukumav kuşu kadar kederliydi. Kampa kadar konuşmamışlardı. Karga krallığından, kalesinden, kraliçeden, köylülerden konuştu, “korkunç kötü kurt” kelimelerini kekeledi. Karga koruluğun kuytularındaki kıpırtılardan kıyamet kadar korkuyordu, küçük kızınsa keyfi kaçmıştı.

Kargadan kaçarcasına kekik kokulu koruluğa koştu, karanlıkta kahin kurbağayla karşılaştı. Kahin kurbağa küresini kucaklarken küre kararıverdi. Kürede kargayla kötü kurt kapışıyordu. Küçük kızın kafası karıştı, kilometrelerce koşarak korkusuzca koruluğu katetti.

Koruluğun kıyısındaki kumsalda kambur kaplumbağayla karşılaştı. Kaplumbağa köşkünden konuştu:

-          Kolum kanadım kırıldı, kollarım koptu, koşuver küçük kız, kelebekleri kurtaralım.

Kaplumbağanın konuşmaları küçük kızın kafasını kurcaladı, kelebekler konuşmuyorlardı, küsmüşler, karakayanın kenarında kalakalmışlardı. Küçük kızın kıkırdamasıyla kelebekler kararsızca kımıldadı, konuşmasıyla kalktılar, kahkahasıyla kedersizce kanatlanıp kıpır kıpır kumsallara kapılıverdiler. 

Kaplumbağa küçük kıza karanfilli kek kesti.

Kilometreler kateden küçük kız, kalenin kapısında kör köstebekle karşılaştı. Kör köstebek küçük kızı kavradı, kol kola kalenin kalabalığına karıştılar. Köstebek konuşkandı:

-          Kötü kurt kargadan kaptığı kaleyi kötü kullanıyor, köylülere kan kusturuyor. Kalede kala kala kırk kristal kaldı. Köylüler karamsar.

-          Karganın kalesini kurtarmalıyım.
-          Kalbinle konuş, korkmayacaksın kızım.
-          Korkmam, kesinlikle korkmam.

Küçük kız kurdu kolluyordu. Kötü kurt kalenin kulesinde karabiberli külbastıya kendini kaptırmıştı. Küçük kız kurtla konuştu, kurt kafasını kaldırmadı. Küçük kız:

-          Kötü kurt, kötü kurt. Kale karganın, kafanı koparırım.

Kötü kurt küf kokulu keten kumaşından kırış kırış kıyafetiyle kalktı, kahkahayı kopardı.

-          Kah kah, kah kah. Kimsin?
-          Karganın kızıyım, kurtların kötü kabusuyum, kuyruğunu kıstırıp kaybol.

Kötü kurtla küçük kız konuşurken korkak karga kaleye konuverdi. Karga kımıldamadan kapıdan kulak kabarttı. Kılıcıyla kapıyı kesiverdi. Kurnaz kurt konuştu:

-          Kara kargacık, kraliçen kafeste.
-          Kaleden kovulacaksın kötü kurt.

Kurt kükrerken karganın kalbi küt küt kütürdüyordu. Kurtla karga kapışırken, küçük kız konuştu:

-          Keşke kollarım kasla kaplansaydı, kuvvetimle kurdun kafasını koparabilirdim.

Kötü kurt kraliçe kargayı kafese kapatmıştı. Kraliçe karga kafesindeki kırık kurabiyeleri kemiriyordu. Küçük kız kilidi kolayca kırdı, kraliçe karga kurtuldu.

-          Kahraman küçük kız
-          Kraliçem, kral karga kurtla kavgada, koşmalıyız.

Kraliçe kargayla küçük kız kuleye koştular. Kurt kocaman, kuvvetliydi. Kavga kıran kıranaydı. Kaledeki köylüler kargayı korudular, kötü kurdun kafası kızdı. Köylüleri kaba kuvvetle karşıladı. Kurt kendi kuyusunu kazıyordu. Karga, köylülerin kollamasıyla koridorda kurdu kandırdı, kılıcını kaldırarak kurdun kolunu kesti. Kurt kıvrım kıvrım kıvranırken kıyametleri kopardı. Kötü kurdun kolları kıtır kıtır kesilmiş, kürkü kanlanmıştı. Kötürüm kalan kurt kaybetmeyi kabullenemeyerek, kuleden koşarak kaçtı, kendisini kör kuyuya kapattı.

Köylüler küçük kızı kutladılar. Kral kargayla kraliçe karga kucaklaştı. Küçük kızın kardeşleri kutlamaya katıldı. Köylüler kadeh kaldırarak kazanmalarını kutladılar.